BİR GÜN
Havanın güzel olduğu bir gün, içinde 15’e yakın kitabım bulunan çantamı alarak, ismini açıklamayacağım bir mekâna gidip bahçesinde boş olan masalardan birine geçip oturdum. Kafenin içinde meşgul olan garsona bir çay işareti verdim. Çay gelene kadar çantamdaki kitapları çıkarıp masanın bir kenarına üst üste koydum.
Bir müddet sonra garson çayımı getirdi. Şekerini atıp karıştırdıktan sonra yavaş yavaş yudumlamaya başladım. Çayım bitmeden masama, uzaktan tanıdığım bir arkadaş geldi. Birkaç dakika sonra da hiç tanımadığım iki kişi daha geldi. Kitapları sordular, benim olduğunu söyledim. Sonradan gelen iki kişi, “Birer tane alalım.” diye fısıldaştılar. Onlar aldıkları kitabımı açıp incelerken, ben de garsona işaret ederek üç çay siparişi verdim.
Arkadaşlar, bir sayfadaki eserimi okuyunca çok beğendiklerini söylediler; zaten mimiklerinden de anlamıştım. İki yabancı birbirlerine dönüp, “Birer tane alalım.” diye tekrar fısıldaştılar. Sonra bana dönerek isimlerini tek tek söyleyip kendileri için birer kitap imzalamamı rica ettiler. Bu arada fiyatlarını da sordular. İsimlerine hitaben ikişer cümlelik sözler yazıp kitapları imzaladım ve kendilerine verdim. Paralarını ödedikten sonra teşekkür edip yanımdan ayrıldılar.
İlk gelen, uzaktan tanıdığım arkadaşa da ayıp olmasın diye haberi olmadan bir kitabımı imzaladım. İsmini bildiğim için ona hitaben yazıp, bir hediyem olarak ücretsiz kendisine takdim ettim. İkram ettiğim çayı içtikten sonra kitabı alıp, “Kafenin içine gideceğim.” dedi ve gitti. On dakika kadar sonra geri geldi, yine içeri girdi. Daha sonra yeniden yanıma oturdu. Aradan yarım saat geçmişti.
Kafenin içine girip çıkarken bir şey gözüme çarpmıştı: İlk gidişinde elinde cep telefonu vardı; kitabı sıkıca tutamayınca yere düşürdü. İkinci gidişinde dönerken de aynı kitabı yine düşürdü. Yanıma oturunca sohbete başladık. Bu arada kitabı sağ eliyle çekiç gibi tutarak masaya tempo tutarcasına defalarca vurmaya başladı.
Artık dayanamadım. İsmiyle hitap ederek,
“Kitabı biraz verir misin?” dedim.
O da bana doğru uzatınca hemen aldım, çantamın içine koyup fermuarını kapattım. Şaşkın bir şekilde yüzüme baktı. Bir süre sonra,
“Ağabey, kitabı vermeyecek misin?” dedi.
Ben de,
“Bir kitaba sahip çıkamadın; iki kez düşürdün, sonra da çekiç gibi masaya vurdun. Kitabın kıymetini bilmiyorsun!” dedim.
“Ağabey, kazayla düştü. Kusuruma bakma.” dedi.
“Ne kusuru? Elindeki telefonu neden düşürmüyorsun o zaman?” diye sordum.
Kızardı, bozardı, kem küm etti.
“Bak aslanım!” dedim. “Bu kitap yılların emeği, göz nuru. Bir kıymeti, bir değeri var. Sen bunun farkında değilsin.”
Haksız yere bana kızarak yanımdan kalkıp gitti. Gidiş o gidiş!
Bir yıl sonra aynı mekânda yine karşılaştık. Selam verip masama oturdu. Hatasını anlamış olacak ki:
“Ağabey, önceki hatamdan dolayı özür dilerim.” dedi. Alttan alıp gönlümü hoş tuttu. Ben de nasihat dolu bir sohbetle affettim.
Çay ocaklarında, kahvehanelerde, kafelerde nice gazeteler, dergiler, kitaplar var. Ama Allah rızası için bir Allah’ın kulu açıp da birkaç sayfa okumuyor. Bizim milletin kitaba bakışı böyle işte. Memleket meselesi bazılarının umurunda değil. Vur patlasın, çal oynasın!
Değerli okurlarım, okumanın ve bilgi edinmenin yaşı yoktur.
Son sözüm: Kitaplarla kalın, sevgiyle kalın, hoşça kalın.
Destekli Şair
Ahmet Günay